ygafmin tarafından 4 Eylül 2012 tarihinde Yazgulu Yazılar kategorisine eklendi.
Yazıyı okuyan kişi sayısı 57 ve yorum yapan kişi sayısı Yorum Yapılmadı.
Gelmiş geçmiş ve gelip geçen her sevgilinin sûreti zerrelere bölünüp bir ‘sen’ çiziyor zihnimde. Siluetini seçebildiğim sen, bilmediğim iklimlerin nemliyle buğulu camlar ardında gibisin. Siliversem buğuları görüleceksin de kıyamıyorum. Kalemsizim; hem de kâğıtsız. Oysa yazmak istiyorum. Parmağımla yazıyorum soğuk cama “Neredesin? Bilmez misin ki özlenmektesin”. ‘Nerede’nin ardında beliriyor gözlerin, ‘Bilmez’in ardında dudakların, ‘Özlem’in ardında ellerin; en çok özlediğim. Bir dokunsa yüzüme dediğim küçücük ellerin, geçip şeffaf harflerin içinden, değmez mi dudaklarıma? Bir saç teli takılmış olmaz mı tırnağına? Küçük bir hatıra… Sen gelene kadar avunmam için… Hiçbir yolu yok mudur?
Kim bilir kaç yarın sonra, camlar gibi buğulu gözlerle bakıp “Hoş geldin” diyeceğim sevgiliye, daha bu günden duyduğum hasretin anlamını söyleyin bana. O belki de hiç olmayacak kadına duyduğum aşkın anlamını da… Kim olduğu bilinmeyen Pia gibi gizemli diyarların gizemli güzeline vurgunluğumun anlamını da söylesin biri.
Kopup dökülmüş inci kolyelerin, elde kalan en güzel parçalarıyla dizdiğim bir gerdanlık gibi parmaklarımın arasındadır hüzünle baktığım. Türkân’ın gözleri, Ebru’nun dudakları, Elvan’ın elleri, Seher’in kaşları, Elif’in sesi, Evrim’in zekası, Çiğdem’in ruhu, Emine’nin aşkı… Gerdanlığıma adını verdim. Bilmediğim adını.
Bildiğim bir şey var ki sen hepsinden başka yeni bir şey olacaksın ama ben onun sen olduğunu anlayacağım. Rüyalarımızda, yüzünü göremediğimiz halde kim olduğunu bilebildiğimiz insanlar, ilk kez gördüğümüz halde evim diyebildiğimiz mekânlar gibi.
Bu günlerde gergin görülüyorum. Rutini mevsimlere bölünmüş başaklar değil ki yolunu beklediğim. Bu gün de gelebilirsin, yıllar sonra da. Belki de hiç; ama kahrolası ümit hep senden yana; bana düşman. Hangi pırıltıya uzansam, elimin üzerinde patlayan tokadıyla düşürüyorum parmak uçlarımda tuttuğum sevdaları. “Bekle” diyor. “Gelecek bir gün” diyor. Belki demiyor da ben öyle zannediyorum. Bekliyorum.
Oysa ömür, durmadan ileriye sayan bir saatli bomba gibi… Biliyorum, aşk durduracak onu ama doğru kodu girmeli. Oniki tuşlu standart klavyesinden aklıma gelen tüm kombinasyonları tuşluyorum. LCD ekranında kaçta biteceği bilinmeyen günler ve yıllar ileriye saydıkça daha da telaşla zıplıyor tuşlar üzerinde parmaklarım.
2556841#
1254689#
6684142#
9784698#
3268567#
8657894#
Hadi! Hadi! Olmuyor. Bu gidişle tüm riskleri alıp gözlerimi kısarak, bileğimden geçen mavi kabloyu keseceğim sanırım. Çünkü biliyorum ki son saniyede durdurulabilen bombalar sadece Amerikan filmlerinde olur ve çünkü biliyorum ki aşk, en büyük olduğu anda biterse ancak en büyük aşk olur ve çünkü biliyorum ki o hiç olamayacak sevgili, sadece Tanrı’nın bizlere bir oyunudur ve sadece ve yalnızca O’dur.
Bir bilgisayar programının deneme sürümü gibi kadına beslediğim aşk. En lazım sevinçlerde ve en sevdalı hüzünlerde çaresiz, eksik… Bu yüzdendir belki de en saf, en cahil ama en heyecanlı olduğum çağlarımdaki tutkunluğumun, kısıtlandırılmış arzularına rağmen, iç yakıcı aşkları kodlayıvermesi bedenimin en yanıcı köşelerine. Şimdiyse haykırıyor ardını göremediğim dağlar ardından o hiç olamayacak sevgili ve şöyle diyor:
“Sevdiğine tapma çağını aldım elinden. Taptığını sevmektir tek çaresi. Ben Tanrı; kendime sakladım aşkların en gerçeğini!” .